BİR ‘TAŞ FELSEFESİNE GİRİŞ’ İÇİN DENEME
(Bir arkeolog olarak arazideyken kendim için aldığım notlardan)
Bebek Dionysos'u Taşıyan Hermes: Onun Gibisi Hala Yapılamadı |
I
Antik dünyanın
monumental/anıtsal taş mimarisi ve onun temsilcisi tapınaklar, “kaya”nın şekil
almış halidir. Yani bir anlamda dağ kültünün, açık hava kaya sunaklarının veya
kaya anıtlarının yüzyıllar içerisinde şekil alan ve değişen birer temsili
halini almışlardır. Dıştan bakınca monumental bir tapınağın ormanlarla kaplı
(sütunlar) bir dağdan farkı yoktur ve bu antik çağda doğayla iç içe yaşayan,
tanrıları doğa güçleri ve ruhlarından oluşan insanoğlu için çok önemlidir. Çünkü
o çağda tapınaklar gibi dağlar da (ve hatta nehirler, ağaçlar, hayvanlar vs.)
kutsaldır. Belki de bugün insanın doğada huzur bulması/huzuru doğada araması,
meditasyona dalması antik çağlardaki bu inanışın günümüz insanının ruhuna
yansımasıdır. Bugün antik dönemin ikibin yıllık taş/kaya yapıları arasında
huzuru bulursunuz. Böyle bir alana girdiğinizde sanki rüzgar bile bir başka
eser, kuşlar bir başka öter bu taşlar arasında. Burada insan her şeyin bir bütün
olduğunu gerçekten anlar ve hisseder.
Unutmamak gerekir ki,
taşlar da konuşur. Heykeltraş veya mimari taş ustası sadece taşın tercümanıdır.
Onun içindeki dilsiz lisanı bize çevirir, anlamamızı sağlar. Aslında yeni bir
eser ortaya koymaz, taşın içindeki varoluş sebebini açığa çıkarır sadece. Ne
var ki heykeltıraş ve taş ustasının eserindeki zamana bağlı bozulmalar, tıpkı
Hititçe, Sümerce gibi ölü dillerde olduğu gibi, taşın dilini de öldürür. Biz bu
dili anlayabilmek için geriye kalan parçalarıyla onu yeniden kurgulasak bile,
asla dildeki ilk anlama ulaşamayız. Aslında arasına jilet bile girmeyecek
şekilde birbirlerine uydurulan antik dönem mimarisindeki taşları, biz bugün
yerlerine yeniden koyabilsek de (restorasyon) asla antik dönemdeki mükemmelliğe
ulaşamazlar. Dolayısıyla bu da bizim o taşın içindeki dilin anlamına ermemizi
zorlaştırmaktadır.
Antik bir Yunan
Tapınağı, bir Osmanlı camii ve Gotik bir kilise arasında hiçbir fark yoktur.
Üçünün de tanrılara veya tanrıya ulaşma yeri/mekanı olduğu düşünülebilir ilk
aşamada. Ama aslında üçünün de gerçek amacı öncelikle karşısındaki insanı,
kendisine bakan insanı büyülemektir. Bu yapılar, içinden tanrıya ulaşıldığı
için veya tanrının mekanı olduğu için değil, dışarıdaki insanın etkilenmesi
için bu kadar ihtişamlıdırlar. Antik Yunan tapınakları dıştan bakınca mükemmel
görünmelerine rağmen, içten bakınca eksiklikler olabilir veya aynı
mükemmeliyeti taşımazlar. Çünkü rahipler dışında normal vatandaşın tapınakların
içine girmesi yasaktır. Ancak ne zaman ki tapınaklar birer Cami ve kiliseye
dönüşerek içine girilebilir kutsal mekanlar haline geldilerse iç görünümlerinin
mükemmelliği de dış görünümlerine denk düşer olmuştur.
İlk sanat eserleri
olarak kabul edilen prehistorik duvar resimleri gerçekte büyüsel işlevleri olan
eserlerdi. Yani sanattan çok birer büyü malzemesi idiler. Ancak sanat eserinin
büyüsel niteliği geçmişten günümüze kadar hiç değişmedi ve sanat/sanat eseri
hep insanları büyülemek için kullanıldı. Sanatçı da hep bir büyücü olarak
tanımlandı. Mimari ise bu büyüleme yönteminin en yaygınlarından biriydi. Çünkü
açık alanlarda, meydanlarda insanların görsel olarak birebir etkileşime geçtiği
eserlerin başında dinsel yapılar başı çekiyordu. Ancak bu büyüsel işlem de
insanları tanrıyla veya tanrılarla etkileşime sokmak için kullanılıyordu.
Rönesans döneminde şapel veya kiliselerde dinsel konulardan ve mitolojiden
alınan konuların resmedilmesi insanı tanrıyla etkileşime sokan bir büyüdür
aslında. Burada sanatçı büyü aracılığı ile tanrıyla iletişim kurup bir
peygamber gibi insanla tanrı arasında bağ oluşturur. Hatta sanatçının yaptığı
sanat eseri tanrıyı arayışıdır onun. Belki taşın içinde, belki de taşın
ardında. Davud Heykeli büyüsel bir işlemle tanrıya dönüşmüştür, onun bir
görüntüsüdür. Selimiye Camii bütün ihtişamıyla tanrının bir başka tasviridir.
Çünkü prehistorik çağlardan beri (mağaralardaki duvar resimlerinden beri)
sanat/resim aslında ulaşılmak istenen şeyi resmetmektedir. Büyüsel niteliği
onun geleceği kurgulamasında yatmaktadır. Ava gitmeden önce, kendisini avını
avlamış olarak çizer, böylece onu gerçekten avlayacağını düşünür çünkü. Tıpkı
bizim dini yapılarda tanrıya ulaşacağımızı düşündüğümüz gibi…
Ama asıl mekanın ‘dünya’
olduğunu unutarak. Tanrının aslında taşta uyuduğunu unutarak.
II
Bir yapının kesme taşıyla
veya yontulmuş bir heykelle ya da yol kenarındaki şekilsiz antik veya modern
bir taşla duygusal/ ruhsal/ zihinsel bir bağlantıya girebilmeli insan. Taşın
içindeki antik varlığı, kadim sesleri duyabilmeli. O kesme taşın veya heykelin
öncesinde bir kayanın parçası olduğunu, kayanın bir dağ kütlesinin parçası
olduğunu, dağın yerkürenin ve doğanın bir parçası olduğunu hissedebilmeli insan.
Dolayısıyla sanatçının o taşla ve taşta ortaya çıkardığı biçim aslında taşın
içinde barındırdığı bir biçimdir ve bu da dünyanın dilidir. Dünyanın bizimle
konuşma biçimidir. Zira heykeltıraş veya yontucu taşa biçim veren değil, taşın
içindeki biçimi açığa çıkaran kişidir. Taşın içindeki biçim de dünyanın
dilidir. Bu nedenle bir çakıl parçası bile içinde bir biçim barındırır. Yolda
yürürken onu tekmeleyip geçip gitmek, aslında dünya ile aramızdaki bağın ne
kadar zayıf olduğunun göstergesidir. Oysa durup, içindeki biçimi açığa çıkarma
yeteneğimiz olmasa da, en azından birkaç dakika taşın içindeki saklı biçimi
veya bunun ne olabileceğini hayal edebiliriz.
III
Bütün tanrılarımız
eskiden, biz onları teke indirgeyip gökyüzüne yerleştirmeden önce taştandı. Bu
yüzden çocukken kötü veya hoşa gitmeyen, istenmeyen bir şey yaptığımızda söylenen
“Allah seni taş yapar” sözü manidardır. Çünkü belki de bu anlamı tersine dönen
bir çok deyim gibi, Allah seni kendi benliğine, varlığına alır demektir.
Taş, tek başına
varoluşun simgesidir; su ise etrafıyla birlikte varoluşun. Taşı yontmanın son
aşamasında hep su verilir taşa. Çünkü su, taşın aşkıdır.
IV
Antik kentlerin kadim
bir geleneği devam ettiren taşçılar tarafından yontulmuş mermerleri çok daha
eski zamanların ve canlıların izlerini taşırlar içlerinde. Milyonlarca yıllık
kayaçlardan çıkarılan bu mermerlerde, henüz kayaç oluşum aşamasındayken içine
hapsolan canlıların fosillerini görmek mümkündür. Bu fosiller, tıpkı topraktan
beslenen bitkiler gibi, kayalarında canlılardan beslendiğinin kanıtıdır. Ya da
canlılardan geriye kalanlardan…
Yorumlar
Yorum Gönder